17 Aralık 2013 Salı

Kızım geliyor, inşaAllah:)

Resmi http://seyyafinannesi.wordpress.com/ sitesinde gördüm, çok beğendim:):):) İnşaAllah yakında ben de böyle olacağım. Ömerim abi olacak. Muhtemel doğum tarihi 5 Mart 2014, bakalım hayırlısı...

6 Ağustos 2013 Salı

Kadın çalışmamalı! Peki ya ben???

...
Medineye gitmiştik ilkin. Artık örtümü çıkarmamalıydım. O gün, o zaman bir milattı benim için, hissediyordum. Mescitdeyken kesin karar veriyordum, örtümü açmayacaktım. Otele dönünce bin tane şüphe, bin tane soru geliyordu aklıma. Bir kaç gün böyle devam etti. Sevgili Canan abla, aynı kafiledeydik, Medine'de tanıştık. Ona anlatıyordum Ravza'nın bahçesinde. Dedi ki bana "sen doğru bir karar verdir, iyi hayırlı bir şey yapacaksın, şuan şeytan seni yanıltmaya çalışıyor, kanma!" O güne kadar hiç böyle düşünmemiştim. Şeytanı bildiğimi sanıyordum ama bu kadar yakınımda, doğrudan bana fısıldadığı anlar olduğunu hiç farketmemiştim. Otele dönünce bu defa da işyerinde ne yapacağımı soruyordu bana. M.'ye söyledim. O da, ki Allah ondan razı olsun, "Gerekirse çalışmazsın, madem sen örtünmek istiyorsun önemli olan bu. Aç kalmayız ya, tek maaşla da geçinilir. Bunu dert etme." Onun bu iyiliğini asla unutamam.
Şimdi işyerimde de başörtülü çalışabiliyorum. Daha doğrusu üç yıldır böyle. Ama yine de tam bir tesettür içinde olamıyorum. İşyerinde ferace ya da pardesüyle duramam. Son dönemde kilo da alınca gerçekten bedenimi örtecek şekilde giyinmek iyice mesele oldu.
Şimdi bu kadının işyerinde, ki erkekler de var, çalışarak kazandığım bu para tamamen helal midir? Evde onu bekleyen bir de bebeği var; 1,5 yaşında. Aslında bebeğin durumu fena değil. Bakıcısı gerçekten çok iyi. Namaz kılan, tesettürlü, bebekle beraber Kur'an-ı Kerim okuyan, Allahtan korkan biri. Yaklaşık bir yıldır, hiç bir yanlışı görülmemiştir. Kendisinin de üç çocuğu vardır.Bebek de bakıcı Ciciannesini çok sevmekte. Ayrıca bu kadın öğlen yemeklerine de evine gitmekte, eviyle işyeri arası da yürüyerek 1 dk  bile sürmediğinden günün yalnızca 7 saatini evin dışında geçirmekte.
............................
Yazdıkça zihnim açılıyor sanki. Bu yazı dizisine ilk başladığımda işi bırakmanın en doğru karar olduğunu sanıyordum ama şimdi emin değilim. Şöyle ki;
Evde hiç bir işe yetişememin; hafta bir gün temizlikçim (aynı zamanda terapistlik de yapar bana!) gelmesine rağmen yine de evin darmadağın oluşunun; son zamanlarda sürekli yorgun ya da hasta oluşumun; ne oğluma ne eşime ne ev işlerine ve ne de bize asıl faydası dokunacak her türlü ibadetime yeterince zaman ayıramıyor oluşlarımın  sorumlusu olarak ÇALIŞIYOR OLMAMI görüyordum. Şimdi kafam karışık. İşi şuan bıraksam ne olur?
Kadın çalışMAmalı. Bundan eminim. Ama bu kadın ne yapmalı? Şimdi şuan içinde bulunduğu bu durumda ne yapmalı.  İşi bıraksam ne olur? Bu senaryoyu yazacağım ama önce şu bozulmuş fıtrat meselesine bir girizgah yapmalıyım.
Bir site var http://www.cocukaile.net/ diye. Burada bol bol yazılıyor, yorumlarda da tartışılıyor bu konu. Sema Maraşlı'nın bu husutaki yazıları genel anlamda benim de düşüncelerimi yansıtıyor aslında. Ben şahsen oğlum doğduktan sonra evde geçirdiğim 10 ay içinde hissettim ki fıtratım bozulmuş. Allah-u Teala beni ne için yaratmış ben nelerin peşinde koşmuşum? Bu tek başıma benim suçum da değil üstelik. Kız çocuklarının yanlış yetiştirildiğini düşünüyorum. (Ona keza erkek çocuklarının da!) En azından bugünün Türkiyesinde benim gözlemleyebildiğim çevrelerde.
Dünyanın içinde bulunduğu bu genel durumun acayipliği, insanın ne olduğunu ne için burada olduğunu hiç umursamayan bu dünya düzeninin acımasızlığı bizi ne hale getirmiş.
Bir ev hanımı olarak, bir anne olarak ne kadar zorlanıyorum. Akademik alanda gösterdiğim başarının onda birini bile evimde eş olarak, anne olarak , kadın oalarak gösteremediğimi düşünüyorum. Çünkü yıllar yıllar yıllar boyu başka bir başarının peşinde koşmuşum. Kadın çalışmamalı tamam. Peki YA BEN???

13 Haziran 2013 Perşembe

Yolculuk

Şimdi yolculuk zamanı. Hem de tam yolculuk anı şuan. Yoldayız. Yar bzi çağırmış demek ki. Ne mutlu bize. Ömer arkada koltuğunda, anneannesi yanında. Ben ön koltukta kucağımda bilgisayarla.:)
Bir solukta alamayız bütün yolu, Ömer rahat yatağında uyumak ister gece uykusunu o yüzden konaklamamız lazım. Adıyaman öğretmenevinde rezervasyon yaptırmak için ücreti havale etmek gerekiyormuş. Mecburen, yani tamamen zorunluluktan (!) aldım laptopu kucağıma :):):) Eh almışken de bugünü kaydetmeden geçemedim.
Allah tüm yolculara da bize de hayırlı yolculuklar nasip etsin. Hayırla bekliyorlar inşaAllah hayırla varırız.

7 Haziran 2013 Cuma

Küsme bana çünkü küsemem sana:(




Şimdi, bunca işimin arasında acilen bunu yazmayı istedim...









Sevgili günlük,
Sanırım benim sorunum (yani sorunlarımdan biri) insanları kütüğüme geçirmem. Evlat edinme gibi adeta. Birini seviyorsam, benim oluyor. Benim derken sadece bana ait oluyor demek değil. Onu kendi kümeme dahil ediyorum. Ama benim kümem hep bir altküme, yani tamamı başka kümelerle kesişme halinde, çok şükür. Yani öyle sahiplenmiyorum.
Ama benim olanlara fazla içten davranıyorum. Mesafelerin çabucak yok olduğunu zannediyorum. Kısa ve öz şunu demeye çalışıyorum;
Sevdiğim, değer verdiğim, gerektiğinde sahip çıktığım, uğrunda bir çok fedakârlığa hazır olduğum insanların ufacık şeyler için bana küsmesine çok üzülüyorum. Hissettiğim şu ki; ben senin için neleri yapmaya hazırım, ne yükleri taşımaya niyetliyim, seni kırmak istemeden küçük bir hata etmişim ne olur affetsen :(
30 küsür yaşımda hala böyle çocukça düşünmem, hissetmem normal mi? Ayı gibi miyim yoksa ben? Annem, ayı yavrusunun severken öldürürmüş derdi. Öyle mi yapıyorum arkadaşlarıma...
Bilmiyorum.
M. demişti ki: "Çok güçlü görünüyorsun, dışardan bakınca kolay devrilmez görünüyorsun. İnsanlar da seni yaralamak istediklerinde var gücüyle yüklenilmesi gerektiğini düşünüyor olabilir ve o yüzden sana böyle yükleniyor olabilirler. Oysa ki sen o kadar güçlü değilsin, çabucak yıkılıveriyorsun"
Lütfen bana o kadar yüklenmesinler, arkadaş diye bildiklerim bana küsüp beni kendilerinden mahrum ettiklerinde bende çok büyük yaralar açılıyor.
Bu benim en hassas noktam. Bana küsmeyin. İnsan birine ancak çok çok çok kırıldığında, incindiğinde küser. Yoksa öyle değil mi? Ufak tefek şeyler için de küsmek normal mi? Bence öyle değil, yani beni seven bana değer veren birini, benim için fedakârlık yapan, yapabilecek birini benden mahrum etmek fazla ağır bir ceza değil mi? Bana böyleymiş gibi geliyor.
Olay şu: bir söz ya da hareketimle (istemeden) 10 birim incitmişim seni. Farkedersem mutlaka ama mutlaka özür diler, kendimi affettirmeye çalışırım. Özür dilesem de dilemesem de sen bana küsüyorsun ya işte ben o zaman 50 birim inciniyorum. Ve sonrası çok zor oluyor.
Gerçi büyüdükçe öğrendim fazla incinmemeyi, artık 40 birim diyebiliriz:)

N'olcak benim bu halim ???

3 Mayıs 2013 Cuma

Kadın çalışmalı mı? (3)

...
KPSS ye hazırlanmaya başladım. 2009 yılı sonlarıydı. İşyerinden bir arkadaşım eşiyle beraber İtalya turuna gidecekti. O sıralar beraber çalıştığım canım arkadaşım Zuzu'nun parlak bir fikri vardı; biz de gitmeliydik İtalya'ya. Beni cezbetmişti bu fikir. Eşimle konuştuk, anlaştık. Lakin kafama bir şey takılmıştı. Biz müslümandık. Tam bir müslüman gibi yaşayamasak da bunu arzuluyorduk. O halde bizim önce Kabe'ye gitmemiz gerekmez miydi? Madem yurtdışına çıkabilecek imkanımız vardı İtalya'dan önce Mekke'ye gitmek boynumuzun borcu değil miydi? Üstelik bunda çok da bir zorluk yoktu.

Niyetimiz, derdimiz yalnızca itaatti. O'na (c.c), her şeyin sahibine itaat. Hepsi bu! Başka hiç bir sebebimiz yoktu. Kabe'yi merak ediyordum bir de o kadar. Ne bir hasret, ne bir aşk. Yalnızca bir emri yerine getirmekti niyetimiz.

Hani şöyle bir söylem vardır: huşu yoksa, kalbinde başka şeyler varsa, yok efendim kuru kuruya namaz kılmanın ne anlamı varmış. Var efendim, çok anlamı var. Şunlar da duyduklarım arasında ne yazık ki: "Namaz kılarken aklıma başka şeyler geliyor, ben de suçlu hissediyorum, kılmasam daha iyi diyorum" (Allah korusun!).  Biz kuluz, bizim görevimiz itaat etmek, teslim olmak. Aşık olmak ve maşuktan gayrı her şeyi unutmak bizim altından kalkabileceğimiz bir iş değil. Aşk, ancak bir lütuftur bizim için. İtaatimiz ve teslimiyetimiz ile olsak olsak talip olabiliriz aşka. İslam olmak için, teslim olmak lazım, teslim olmak için ne emredilmişse yapmak lazım, sorgusuz sualsiz. Tam bir teslimiyet, "gassalın elindeki ölü" misali.

Neyse konuyu dağıtmayalım. Gerçi böyle dağınık da hoşuma gitti hani.

Gittik, geldik. Hepsi bu kadar olmadı çok şükür. Yalnızca emre itaat niyetiyle çıktığımız yolculuk, unutulmaz bir sefere dönüştü. Biz de dönüştük, değiştik elhamdülillah. Giderken tesettürle dönmek gibi bir niyetim olmadığı gibi, tesettürsüz dönme niyetim de yoktu.
 
İlkokulda resim dersinde bir resim çizmiştim.Konuyu öğretmen vermişti. Resim kağıdının bir yarısında siyah(!) fon üzerinde arap alfabesi, kulaç, arşın, fesli bir adamla çarşaflı bir kadın; diğer yarısında ise açık sarı fon üzerinde metre, şapka, takvim, takım elbiseli bir adam ve mini etekli sarışın bir bayan kişi. Tam ortada da ufacık  nadide bir portre!
 
Ben çizmiştim. Sınıfa asılmadı. Daha üstün bir yere layık görüldü resmim. Sadece öğretmenlerin kullandığı, güller içindeki ön bahçeye açılan öğretmenler kapısının hemen yanındaki panoya. Okulumuzda üretilen en nadide sanat eserlerinin sergilendiği pano!!! Çok sevinmiştim. Gidip gidip bakıyordum panodaki resmime. Lakin içimde garip bir duygu. Beni rahatsız eden bir şey vardı bu resimde. Yalandı bu resim, kocaman bir yalan. Gerçekten aklımdan geçen bu değildi. Öğretmenim beğensin diye yapmıştım. Resme baktıkça olması gerekeni sorguluyordum, doğru hangisiydi. Öğretmenimin anlattıkları belliydi, o anlatırken çok doğru geliyorlardı bana. Ama o zaman, annemin niye başörtüsü vardı? Şu siyah tarafa çizdiğim kadının kıyafeti neredeyse anneanneminkiyle aynıydı. O zaman onlar kötü müydü? Annem, anneannem kötü müydü? Kötü değilse neden siyah tarafa çizmiştim onları. Suçluluk hissediyordum. Dokuz ya da on yaşındaydım.
 
Ortaokula geldiğimde, zaman zaman aklımdan liseye gitmemek geçiyordu. Çünkü artık ben de başımı örtmeliydim ama okulda buna izin verilmiyordu. İmam hatip lisesine gitsem üniversiteyi kazanmam çok zor olur diye düşünüyordum. Okul birincisiydim oysa ki.
Eh bu düşünceler alttan alttan kafamı kurcalayarak üniveristeden mezun oldum. Kurtçuk hala beni kemiriyordu. Ölebilirdim, hiç tesettüre girmemiş bir müslüman kadın olarak ölmekten korkuyordum. Dua ediyordum. Ortaokuldan beri dua ediyordum bir çıkış yolu için. Gençtim, donanımsızdım. Zaman zaman kafam karışmıyor değildi. Öyle zamanlarda, öyle insanlar, öyle şeyler anlatıyorlar; o kadar ikna edici oluyorlardı ki "tesettürsüz de olur" saçmalığına inandığım bile oluyordu. Ama tüm kalpler gibi benim kalbim de O'nun elindeydi. O, dilediğini hidayete erdirirdi (Bkz. Bakara 272). Çok şükür ki benim kalbimi de hiç bırakmadı, kim ne kadar ikna edici olursa olsun ben doğruyu hissediyordum, O'nun kontrolündeki kalbimde hissedebiliyordum. Dualarım da bu yöndeydi.
Mezun olmuştum ve çalışmak istiyordum. Şimdi de çalışmaya engel kabul ediliyordu başörtüsü. Ama dualarım hiç kesilmedi, umudumu yitirmedim. Bu acayip düzene, etrafımdaki insanlara,sürekli fısıldayan şeytana ve en önemlisi de nefsime rağmen umudumu yitirmedim. Bir gün olacaktı biliyordum. Tek korkum o günü görememekti. Gaflet. İşte gaflet buymuş, şimdi daha iyi anlıyorum. Bilmek, istemek yetmezmiş. Hatta yalnız başına niyet etmek bile gerçekleştirmeye yetmezmiş. Başka şeyler lazımmış.
 
Okul bitti, işe de girdik. Ama o da ne? Devlet dairesinde çalışıyorum. Artık tek çare vardı işten ayrılmak. Bunu da kafaya koymuşum lakin hayata geçiremiyorum. Şeytan artık tamamen sağımdan sesleniyor, öyle şeyler uyduruyorki saçmalığın daniskası.
 
 
arkası yarın...

18 Nisan 2013 Perşembe

Kesinlikle çok gezen daha çok bilirmiş. Yaşadım gördüm.

Uzun bir yolculuktu. Fazlasıyla yorucuydu. Bir ilkbahar sabahı yola koyulduk ama karlı bir kış akşamı olmuştu ilk durağa vardığımızda.
İşi bırakma meselesi iyice kafamı kurcalayıp başka bir şey düşünemez hale gelince,bari uzun bir izin alayım dedim. M. de tamam dedi. Amma ve lakin yıllık iznimin sadece sekiz günü kalmıştı geriye. Bebek bakmak için  neredeyse bütün izinlerimi harcamıştım. Ücretsiz izin aldım. 25 gün, iş yok maaş yok. Sanki işten ayrılmış gibi diyeceğim ama hiç de öyle olmadı. Biliyorum ki çalışırken izinli geçirilen günler ya da diğer tatil günleriyle hiç de alakası olmaz % 100 ev hanımlığı günlerinin.
Neyse, izni ayarladım. Bakıcımızla da konuştum. Haftada 2-3 gün gelecekti. Planlarımı yaptım, evde elden geçirilecek dolaplar, çek yat altları, hatta badanaya niyetlendim. Nerdeyse hiç biri olmadı.
Çünkü herkes O yerdeydi. Annem, babam, kayınvalidem, kayınpederim, görümcem, hepsi O yerdeydi. Dünyanın merkezinde, en güzel diyarda, Rabbi'l-Âlemîn'in kesintisiz nazar ettiği, Habibullah'ın (sav) nurlandırdığı beldelerde. Mekke, Medine. İsimlerindeki müzikalitenin bile bir başka olduğu; sanki insan vücudunda oraları hissetmeye özel bir uzuv, bir duyu varmış gibi hissettiren iki kelime. İki şehir. Şehir demek pek yakışmıyoraslında. Yeryüzündeki onca yer şehir ama onlar başka. Başka bir tanımlama olmalı. Zira hayatının beş yılını şehir nedir,nasıl oluşmuştur, nasıl olmalıdır vb. gibi sorularla ve onların cevapları peşinde tüketmiş biri olduğumdan, şehir kelimesi bin tane ampul yakar kafamda:)
M. karşılamaya gitmek istedi kutlu beldelerden gelecek yolcularımızı. Bizim için çok meşakatli olacağını düşündüğümden önce kabul etmedim ama Kabeyi ve Ravzayı düşündükçe istedim gitmedi. Yine vazgeçtim, 1000 km yol ve 1,5 yaşında duraksız bir çocuk.
Bir vaaz dinleyecektim. Geç kalmıştım, içeri girdimğimde şu kelimeleri duydum;
"Kadının iki görevi vardır. Biri çocuk doğurmak, ikincisi de kocasının gönlünü yapmak. Evlendiniz, biraz eşimle gezip tozayım diye çocuk yapmayı ertelemeniz doğru değil. Ütü, çamaşır, bulaşık bekliyorken eşiniz yanına çağırdı "hanım gel şöyle yanıma otur da iki laf edelim" dedi. Eşiniz gönlünü yapmakla yükümlüsünüz, hizmetini görmekle değil, ütü-çamaşır vs. den önce eşinizin isteğini yerine getirmeniz gerekiyor." Çıkışta M. beni almaya geldi, arabaya biner binmez tamam dedim, istediğin yere gidelim:)
Seyahatimiz pek de bizim planladığımız gibi geçmedi. Çokça hastalandık, aile boyu. Kayınvalidem hastanede yattı. Ömer ise hayatının en ağır gribini atlattı, iştahı gitti iğne ipliğe döndü. Annemlerin eve resmen misafir yağdı. Bir hafta boyunca evin iki odası misafir doluydu, çocuğum hasta, mızmız, ben hasta, annem yorgun. Neyse Rabbim yardım etti bir şekilde atlattık. Ama uzun bir süre uzun yolculuk istemiyorum mümkünse.
Sonra daha ilginç bir şey oldu. hocaanne de bir yorum yazmıştım kayınvalide meselesiyle ilgili. Sanırım Rabbim benim için dua eden birilerinin duasını kabul etti. Bir haftadır bizim evde beraberiz, hiç gitmesin biz de kalsın diye bakıyorum. Ne oldu anlayamadım ama çok güzel oldu. Kayınvalidem bir meleğe dönüştüğü gibi benim içimdeki tüm kırgınlıklar, kızgınlıklar da eriyip gitti.  Rabbim nelere kadir. Elhamdulillah.
Karşılamya gideceğimizi hiç kimseler bilmiyordu, büyük bir sürpriz oldu. Kayınvalidemle ilk yüzyüze geldiğimizde çok şaşırdım. Yüzü değişmişti. Sanki yüzü parlamıştı. O yüzde ilk defa gördüğüm bir şey vardı. Tanımlamak zor ama vardı. Tekrar tekrar yüzüne baktım. O yüzdeki ifadeler o kadar çok yara açmıştı ki içimde bu güne kadar. Şimdi ne olmuştu? Yüzü parlıyordu, derin bir sakinlik biraz da yorgunluk vardı. Hepsi bu. O anı hiç unutmayacağım. 
Başkaca güzel gelişmeler de oldu aile ilişkilerimiz adına ama en önemlisi bu. 
Haa bir de unutmadan şunu da anlatmalıyım; annesini hastaneye yatırıp eve dönünce M. dedi ki: " Bir görsen annem yanındaki  hastaya seni methetmeye yetiştiremiyor."
İnanamadım. Yanlış duymuş olmalıydım ama gerçekti ilerleyen günlerde kayınvalidemle aramızda adeta Medine'nin sıcacık rüzgarları esti :):):)
Ve babam.
İlk kez gözlerinde yaş gördüm, havalimanında Ömeri karşısında görünce. Dedim ya büyük bir sürpriz oldu.
Yorucu da olsa, iyi ki gitmişiz. İyi ki kocamın sözünü dinlemişim.
********************************************************************************
Ve seyahatimizden bir kaç kare;
Yola çıkarken oğlumun göbişi vardı, dönerkense pantolonları belinden düşer hale geldi:(
 


Annemlerin manzarası.

13 Mart 2013 Çarşamba

Kara Delik

alıntıdır : http://www.cocukaile.net/kara-delik-ve-tul-i-emel/

Kara Delik ve Tûl-i Emel

İnternette karşılaştığım güzel ve anlamlı bir video var: “The Black Hole”, yani Kara Delik:
Genç bir adam işyerinde mesaiye kalır. Yorucu günün üzerine elindeki kahvesini içerek, fotokopi çekmek üzere fotokopi makinesinin başına gelir. Makine istediği sayfayı bir türlü çekmez ve uğraşları sonucunda üzerinde koskocaman siyah daire olan bir kağıt çıkarır. Yanlışlıkla bu siyah daire üzerine elindeki bardağı koyunca fark eder ki, bardak içeri düşüyor, elini uzatsa eli içine giriyor. Anlar ki bu bir delik. Her zemine koyup içeriye ulaşabileceği bir kara delik… Hemen odadaki çikolata makinesini fark eder ve üzerine kağıdı koyup, içeriden bir çikolata alıp yemeye başlar. Keşfi sayesinde büyük bir sevinç içerisindeyken, o anda gözü patronun kilitli odasına takılır. Hızlıca kağıdı kapıya koyarak elini içeriye uzatır ve kapıyı açar, hedef tabii ki kasa. Hemen kara deliği kasanın üzerine koyar ve elini uzatır, bir deste para çıkartır, sonra bir deste daha… Yetmez, kolunu iyice sokar içeriye, destelere yenilerini ekler ama bu da yeterli olmaz. En sonunda beline kadar kasanın içine girer. Sonra ne olur dersiniz? Aynen tahmin ettiğiniz gibi bu da yetmez tamamen içeriye girer, artık genç adam kilitli kasanın tamamen içindedir paralarla birlikte, hepsine sahip olmuştur ama kağıt yere düşer…
Bu hikâye size tanıdık geldi mi bir yerlerden? Her gün doyurmaya çalışıp, bir türlü doyuramadığımız hırslarımıza nasıl yenik düştüğümüzün, kimi zaman özgürlüğümüzden hatta kimi zaman da canımızdan olduğumuzun bir örneği değil midir bu video?
Ünlü bir alışveriş merkezinin reklam sloganını gördüm afişlerde. “ Kendinizi kaybederken, aradığınız her şeyi bulacaksınız.” İnsanları alışveriş çılgınlığına itmek için belirlenmiş dâhiyane(!) bir slogan… Alacak, alacak, çılgınlarca alacaksınız, hatta cüzdanınızda para bitecek ve hala alacaksınız, kredi kartlarınızın limitleri dolana kadar alacaksınız, sonrasında borç bulup yine alacaksınız. İşte kendinizi kaybettiğiniz an…
Kendinizi kaybettikten sonra anlamı var mı her şeye kavuşmanın? Kasanın içinde kilitli kaldıktan sonra önemi var mı büyük bir servete sahip olmanın? Aradıklarımızı buldukça ve istediklerimize ulaştıkça kaybettiğimiz benliğimiz oluyor… Kaybettiğimiz kimlik cüzdanlarımız ne kadar önemlilik arz ediyor hayatımızda, ya bulunursa, çalınırsa, kötü işlerde kullanılırsa kaygıları düşüyor içimize ve yasal zorunluluk olarak ilan veriyoruz gazetelere “Kimliğimi kaybettim, hükümsüzdür. ” diye. Kaybettiğimiz her şey hükmünü yitiriyor, geçerliliğini kaybediyor. Geçerliliğini kaybetmek pahasına da olsa nasıl vazgeçebiliyoruz kendimizden?
Öyle büyüyor ki hayatımızdaki kara delik, uçsuz bucaksız haliyle hepimizi içine sürüklüyor. Kaptırıyoruz elimizi, kolumuzu, sonra tüm bedenimizi ve ruhumuzu… Değil büyük mutluluklar, küçük sevinçlerimiz bile uzaklaşıyor bizden. Kara deliklerde kaybediyoruz tebessümlerimizi.
Tasavvufta bir kavram vardır, hırs, açgözlülük, tama; bitmez tükenmez hırs ve arzu anlamına geliyor. “Tûl-i emel”… Hiç ölmeyecekmiş ve sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi bağlıyız maddi varlıklara. Yetinemiyoruz bir türlü… Bunun zıddı olan “Kasr-i emel” ise kanaat ve tok gözlülük anlamına geliyor. Gözlerimiz o kadar aç ki, değil üç öğün, on öğün yedirsek de doyuramıyoruz. Türlü ziyafetler sunuluyor da her gün, yine aç kalkıyor sofralardan gözlerimiz. Büyüklerin “Gözünü toprak doyursun.” demeleri belki de bu yüzden.
Eskiden gaz lambalarının ışığında çalışırdık, diye anlatır annem, babam… Hırsların az olduğu, kanaatin kıymetinin bilindiği yıllar… Çünkü imkânlar az… Yaşamak için yetinmeyi bilmek zorundasın. Şimdilerde ise birbirinden lüks avizelerle her yer ışıl ışıl… Ama aydınlığın tersine öyle kararmaya başladı ki dünyamız. Her yanan ışıkta karanlıklarımıza yenileri ekleniyor… Daha doyumsuz, daha hırslı hale geliyoruz.
İmkânlar arttı, kazançlar daha da arttı. Eve bir maaş giriyorsa da tükeniyor, iki maaş giriyorsa da. Ne kadar çok kazanılıyorsa o kadar çok harcanıyor. Artan kazançlarımızla birlikte sahip olduklarımız da aratacaksa ve mutlu olacaksak, neden bu denli varlığa sahipken mutluluklar azaldı? “Hırs ile mutluluk, birbirlerini hiç görmezler.” der Benjamin Franklin. “İnsanların hırsı ve tamahı, mesut olmamalarının tek sebebidir.” diyerek hırsın mutsuzluk sebebi olduğunu destekler Fenelon.
Kendimizi kara deliklerde kaybetmeden kasr-i emele sahip olabilmek ümidiyle..
Gonca Anıl
kaynak: http://www.cocukaile.net/kara-delik-ve-tul-i-emel/

7 Mart 2013 Perşembe

Kadın çalışmalı mı? (2)




Şimdiiii, bu konu benim için çok ama çok dallı budaklı demiştik. Neresinden tutsam? Nasıl anlatsam.

En sondan başlayalım ;

Şimdi, ben bugün bir kamu kuruluşunda, kişi başına düşen GSYH'nın üzerinde bir gelirle çalışıyorum. Elhamdülillah eşim de çalışıyor. Lojmanda oturuyoruz, memleketimizden ve ailelerimizden çok uzaktayız.

Üniversitede okurken oldukça yüksek bir tempo içindeydim. Önceleri akademisyen olmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Sonra işler değişti. Akademik hayatın, daha doğrusu akademik çevrenin, insanların, insan ilişkilerinin bana göre olmadığını, kaldıramayacağımı fark ettim. Bir yandan da evlenmek istiyorduk. Evlenmek içinde para kazanıyor olmak lazımdı. Onun askerliği vardı. Aslında ailemin maddi koşulları kötü değildi ama nerden kafama girmişse o saçma "baba parası yememe" fikriyle beraber biran önce iş hayatına başlamam gerekiyordu. Hem o zamanlar yüksek lisans falan yapsam (ki hocalarım da bu yönde telkin ve tekliflerde bulunmuşlardı) asistan kadrosu almak zordu, çünkü pek fazla kadro verilmiyordu üniversitelere. Böylece bu defter kapanmış oldu. Son sınıfta alakasız bir iş teklifiyle neredeyse emlakçı olacaktım ki Allah korudu:)

Uzun lafın kısası şu ki: ilk gençliğimdeki ideallerimin yerini, bir yuva hayali almıştı. Zira kalbime bir kıvılcım düşmüştü. Önceliklerim değişmişti. Bunun için de para lazımdı.

Memleketime döndüm. Annemim bir teklifi vardı: kuran kursu! Hoppalaaa!

23 yaşındaydım, üniversite mezunuydum. Yabancı dil, bilgisayar vs. yeni mezun birine göre oldukça iyi bir CV. Çocukken gitmiştim ya mahalle camisine, yetmez miydi? "17 yıl dünya için okudun, 1 yıl da ahiret için oku." demişti annem. Haklıydı. Kabul ettim ama kurs bir öğretim yılı boyunca sürecekti. Bu kadar zaman ayırabileceğimi düşünmüyordum. Sonra kursa başladım. Hocayla tanışınca mest oldum. İlk görüşte sevdim onu. Ve kursun ilk günü hocama söz verdim, iş teklifi bile gelse kursu bırakmayacaktım. İyi ki de bırakmamışım.

Kursun son haftalarıydı. Mucizevi bir şekilde (bu, başlı başına bir hikayedir) bir kamu kuruluşunda işe kabul edildim.

Pılıyı pırtıyı toplayıp, ailemi 1000 km arkamda bırakıp, hiç tanımadığım bir şehirde başladım iş hayatına. Ama bir sorun vardı. Burada bana göre hiç bir iş yoktu! Mesleğimle alakalı işler hem çok az hem de amirlerim tarafından önemsiz görülen, yapılmasa da olur sınıfına giren işlerdi.

Yıkılmıştım. Okul hayatım boyunca hep yüksek bir çalışma tempom olmuştu, yapılacaklara hiç bir zaman yetişememiş ama genellikle de başarılı bir öğrenci olmuştum. Dereceye bile girmişliğim vardı. Öğrenmek, araştırmak benim için bir aşktı. Ama bu işyerinde öğrenilecek fazla bir şey olmadığı gibi öğrenmem gerekenler de bana çok uzak ve saçma geliyordu. Haftanın 5 günü 8-5 burada durmamım ne anlamı vardı ki. Bütün gün yapılan işi 1-2 saatte halledebilirdim. Ama burası yarı açık bir ceza evi gibiydi. İşini bitirsen de dışarı çıkamazdın. Ama akşam saat 5 oldu mu da ne kadar çok işin olursa olsun arkana bile bakmadan çekip gitmeliydin. Zaten kamuda çalışmayı hiç istememiştim, şimdi de içine düştüğüm bu çukur beni boğuyordu.

Ama bir umudum vardı, yakında bir yuva kurabilecektik. Çok şükür ki yuvamıza kavuştuk. Yaklaşık 8 yıldır aynı işyerinde çalışıyorum. Oğlumun doğumundan sonra 1 yıl kadar izinliydim. Geçen yıllar boyunca bir türlü bu işe, işyerine tam olarak aidiyet duyamadım. Yıllarca aklımda hep başka bir yerlere, başka bir işe geçme planları...

Önceleri mutsuzluğumun işimden kaynaklandığına emindim ve evlendikten bir kaç yıl sonra bütün gemileri yakmaya karar vermiştim. Bu iş beni kemiriyor, bitiriyordu. Maaş iyi, ssk primleri iyi, izin sıkıntım yok, her hastalandığımda rapor alabiliyorum, gün içinde bankada, postanede, pastanede işim olsa saatlik izinlerle rahatça gidip işimi halledebiliyorum. Daha ne istiyordum. Kendim de dahil olmak üzere ailem, arkadaşlarım, iş arkadaşlarım herkesin gözünde ben bir "nankördüm"! "Ne kadar işsiz insan vardı, utanmıyor muydum?" "İnsanlar benim yerimde olmak için takla atıyorlardı" "Bulmuş da bunuyordum". Ama olmuyordu işte. İS-TE-Mİ-YOR-DUM!

Mesleki becerilerim, yabancı dilim; araştırmacı, analizci, yorumcu yanım olmasa belki mutlu olabilirdim bu işte. Ama olamıyordum işte, ne yapsam olmuyordu. Bazı akşamlar eve ağlayarak geliyordum. Sabahları işe gitmek istemiyordum. Okul hayatım boyunca, her ne kadar sabah erken uyanmam çok zor olsa da asla okula isteksiz gitmedim. Okulu hep çok sevdim. O yüzden şimdi her sabah istemediğim bir yere gitmek bana çok büyük bir zul geliyordu.

Tekrar KPSS ye hazırlanmaya karar verdim. Ankara'da kamu kurum ve kuruluşlarının genel müdürlüklerindeki "uzman" kadrolarından birine yerleşecek, nereye kadar gidebilirsem gidecektim. Müsteşarlığa kadar yolu vardı. Bıkmıştım bu mıy mıy iş hayatından. Geçmeyen günlerden. Beş dakikada yapılacak işi üç güne yaymayı başarabilen insanlarla çalışmaktan. Amaaa olmadı. İyi ki de olmamış:)

Şimdilik mola. ARKASI YARIN...

 

22 Şubat 2013 Cuma

"Ben, benim, bana göre,benim için..." sonu gelmez mi bunun?


Bir dua ettik. Kabul oldu. Lakin biz bunu kaldıramadık. "Sevilmeye layık olanı sevdir" diye yalvardık.
Kalpte yer mi kalmış hakiki sevgiliye? Dolmuş taşmış çul çaput, et kemik, bal börek aşkıyla!
Ne demişti Yar (ks)
"...Aynı anda hem ışık hem karanlık olmaz. Işık yanarsa aydınlık olur; sönerse karanlık olur. Kalbin durumu da böyledir. Onun içinde muhabbetullah/Allah sevgisi olması lazımdır. Muhabbetullah yoksa başka şeyler vardır. Başka şeyler olunca kalbe Allah muhabbeti girmez..."

"Kalbimizi aşkınla doldur" diye yalvardık. Ama tahammül gösteremedik önce boşaltılması gerektiği gerçeğine! Azıcık ayağımıza bastılar diye yaygara kopardık. En yakınlarımızın, anne, baba, kardeş, evlat, eş dahil en sevdiklerimizin, dikenlerini gördük hatta tadına baktık bir bir. Böylece soğuyacaktık topraktan olanlardan. Ama olmadı. Topraktan olan nefs, topraktan olanlardan vazgeçmek istemedi.

Kalp kırılıp dökülse de, yansa kavrulsa da bu nefs vazgeçmezmiş. Biz hiç bilememişiz nefsimizi. Biliyoruz zannnetmiş ama yanılmışız, hiç tanımamışız meğer. Nefsini bilen, Rabbini bilirmiş. Bu bir müjde gibi şimdi bize, çünkü tanımaya başladık nefsimizi.

Mamafih, korktuk. Zira bilmezdik nefsimizin bu kadar zalim, bu kadar nankör, bu denli aç olduğunu.

Bu kadar acıklı da olsa hikayemiz, yolu da gösterdiler bize elhamdulillah.
Muhabbetullaha giden yolda elimizden tutup önümüzü görebilmemiz için bir kandil yakanımız var artık. Amma  velakin bizim onun eline uzatabilecek elimiz kalmamış. Eller hep meşgul,hep dolu, sımsıkı tutunmuş. Sımsıkı tutunmuş çula çaputa, ete kemiğe, bala böreğe. Nasıl uzansın ki o ellere. Açmak lazım elleri, içindekileri bırakmak, salıvermek...

20 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Kitap ve Hz. Mevlana'nın Dilinden Namaz


Kime niyet kime kısmet. Birine bir hediye almışım, elime alınca sevip okşamış, daynamamış okumaya başlamışım. "Bir çırpıda bitirir de öyle hediye ederim". Sonra daha çok sevmişim, okumuşum ama okuyup bitirememiş, üstüne başka kitapları sevmiş, okşamışım defalarca. Meğer içinde neler varmış...

Birisini almışım, bir  yere götürmüşüm hafta sonu. Burası ona yarar. Ondan çok bana lazımmış meğer! Benim daha çok ihtiyacım varmış. Orası bana yaramış. Zira o kitabın içinde neler varmış, mahrum kalmışım. Ne kadar tembel, ne kadar gafilim. İki senedir kitapı bağrında taşıyan kitaplığım secdeye varacakmış nerdeyse.
 
(Ya Kur'an? "Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur'an'ı okumam emredildi." (Neml/92-93) Rabbim yardımcımız olsun.)
 
Mevlana der ki;
Ey imam..! Namaza başlarken Allâhu ekber demenin mânâsı şudur:
"Allâh'ım, biz senin huzûrunda kurban olduk."
Kurban keserken Allâhuekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince Beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda "Bismillahirrahmânirrahîm" demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh'ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar.
Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh'ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk;
"Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın, ve bana ne getirdin?" diyecek.
Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın?
Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular?" Allâh'ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.
Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur ruküa varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, ruküda: "Subhane rabbiye'l -azîm" diyerek Allâh'ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.
Sonra o kula Hakk'tan ferman gelir; "Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver." denir. Kul utana utana başını ruküdan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkar, utancından yine yüz üstü yere kapanır.
Ona tekrar; "Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver." diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer.
Cenâb-ı Hakk; "Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım" diye buyurur.
Allâh'ın heybetli hitabı, onun rûhuna te'sir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden ka'deye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise; "Haydi söyle, anlat." diye buyurur.
"Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster." Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara niyâzda bulunur da der ki:
"Ey mânâ pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkarın ayağı da, örtüsü de çamura battı." Peygamberler selam veren kula, derler ki:
"Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, o günler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma."
Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; "Sus." derler. "Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allâh'a kendin ver." derler.
Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur.
O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duâya başlar."Allâh'ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur."

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla... Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allâh'ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.
 

5 Şubat 2013 Salı

Tıkalı Gözyaşı Kanalımız Açıldı

Cumartesi sabah tıkalı gözyaşı kanalının açılması için küçük operasyon geçirdi oğlum.





 
Bir haftalıkken sağ gözü çapaklanmış, bir kaç günlük tedavi ile iyileşmişken sol gözü çapaklanış ama bir türlü iyileşmemişti. Bir aylıkken, göz doktoru göz kanalının tıkalı olduğunu söylemişti.
Bebeklerde görülen bir durummuş. Çapaklandıkça ilaç kullandık. Bir yaşına kadar masaj yapmamızı istedi doktorumuz. Bir çok bebekte bir yaşından önce masajla açılabiliyormuş. Ama bizimki açılmadı.
Ameliyathanede yapılacağını öğrenince aynı anda sünneti de yaptıralım dedik ama sünnet için tam narkoz gerekiyormuş vazgeçtik. Çocuğun ciddi bir sağlık sorunu yokken narkoz da alsın istemedik. Gerçi göz kanalı operasyonunda da uyutuldu ama tam narkoz olmuyormuş, akciğerleri çalışıyormuş. İlaç vermeden solunum yoluyla uyutmuşlar. On dakika falan uyudu sanırım, doktor da ancak üç dakika kaldı içerde.
Zor bir operasyon değildi. İki gün, çok fazla olmamakla beraber, kanlı bulanık göz yaşı aktı. Pazartesi sabah da göz kapağı şişti ama doktora gidene kadar indi.  
Asıl önemli kısmına gelince, kanalın kireçlendiğini söyledi doktorumuz. Sonda ile açıyorlarmış ama sonda zor geçmiş kanaldan. Tekrar tıkanması muhtemelmiş. Hatta kireçleme olduğundan, masajında işe yaracağı bir vaka değilmiş bizimkisi. Tekrar tıkanırsa üç ay sonra aynı işlem tekrarlanacakmış. Tekrar tıkanırsa silikon tüp takılacakmış kanala. Eğer yine olmazsa  (4 yaşında dedi galiba doktor emin değilim, ameliyathanede heyecanla beklerken çok iyi anlayamadım sanırım) açık ameliyatla açılacakmış.
İnşaAllah bütün bunlara gerek kalmaz. Rabbim tüm hastalara ve boncuk gözlüme de hayırlı şifalar versin.

1 Şubat 2013 Cuma

Kadın çalışmalı mı? Ya da kadının çalışması makbul mu?

Hayırlı cumalar.
Kafam karışık, bu karışıklık da içimi daraltıyor bazen.
Kadın çalışmalı mı? Ben çalışmalı mıyım? Çalışmak istemiyorum, sürekli evde de olmak istemiyorum, istesem de olamıyorum.

Bu konu benim için çok karışık, çok dallı budaklı. Yaz yaz bitmez. Elbette insan kendi penceresinden görebiliyor hayatı. Hele de böyle bir konu da kendi şartları çok anlamlı, çok bağlayıcı oluyor. Lakin hiç bir koşul olmaksızın itaat edilmesi gereken de Allah (CC) ve Rasulullah(SAV) ın emirleri.
Ben şimdi ne yapsam ???

Düşünsem düşünsem, ölçsem biçsem. Bir kağıt kalem alıp bir tarafa artıları diğer tarafa eksileri yazsam bir çözüm bulsam. Iıı ıhh! Olmaz ben böyle karar veremem. Bütün büyük kararlarımı hislerimle verdim. Bazen yanlış gibi de göründüler gözüme ama kaderim buymuş deyip rahatlarım.
Rahatlarım da pek de zora gelemem, bilirim.

Allahım ne kadar da korkuyorum kaybetmekten. Ne kadar da kuvvetli nefsim. İtaat edilmesi gerekeni biliyor ama başaramıyorum. Dahası öyle gafil, öyle tembelim ki başarabilmenin yolunu da biliyor ama o yolda sebatla yürüyemiyorum...

Galiba ben kavramları ve önceliklerimi çok fazla birbirine karıştırıyorum.
Bu hale çok da yabancı değilim aslında. Yapmam gereken öncelikle niyeti düzeltmek! Ne demiş büyüğümüz (ks);

"Yaptığınız her işte niyetiniz Allah rızası için olsun. Niyet çok önemlidir. Ne iş yaparsanız yapın önce niyetinizi kontrol edin

Bak bu blog yazmak işi bana yaradı galiba :) yazar yazmaz zihnim açıldı.




Not: Aslında çalışma mevzuunda benim durumum biraz özel. Çalışma koşullarım iyi. Hatta çok iyi ama...Amasını sonra anlatacağım biraz uzun.

29 Ocak 2013 Salı

Yeniden...

Merhaba.
İlk kez yazmaya başladığımdan, bu sayfayı ilk oluşturduğumdan bu yana çok şey değişti. Elhamdulillah.
Bizi örten perden hafileşti, şefflaştı hatta biraz aralanır gibi oldu. Velhasıl tüm yayınları, ki pek de fazla değillerdi, sildik yeni baştan başalyabilelim diye.
Bu kadar uzamaz diye düşünüyordum ama kaderde bugüne kadar beklemek varmış. Bir kaç aydır kafamın içinde onlarca sayfa yazıldı durdu ama kısmet olmadı kelimelere dökmek.
Zamanın akışı, kaderin bize görünür bilinir oluşu öylesine ilginç ki. Bir de bizden öylesine bağımsız.
Kısmet bugüneymiş. Benbir sayesinden başladım yeniden...
Vira bismillah.