13 Mart 2013 Çarşamba

Kara Delik

alıntıdır : http://www.cocukaile.net/kara-delik-ve-tul-i-emel/

Kara Delik ve Tûl-i Emel

İnternette karşılaştığım güzel ve anlamlı bir video var: “The Black Hole”, yani Kara Delik:
Genç bir adam işyerinde mesaiye kalır. Yorucu günün üzerine elindeki kahvesini içerek, fotokopi çekmek üzere fotokopi makinesinin başına gelir. Makine istediği sayfayı bir türlü çekmez ve uğraşları sonucunda üzerinde koskocaman siyah daire olan bir kağıt çıkarır. Yanlışlıkla bu siyah daire üzerine elindeki bardağı koyunca fark eder ki, bardak içeri düşüyor, elini uzatsa eli içine giriyor. Anlar ki bu bir delik. Her zemine koyup içeriye ulaşabileceği bir kara delik… Hemen odadaki çikolata makinesini fark eder ve üzerine kağıdı koyup, içeriden bir çikolata alıp yemeye başlar. Keşfi sayesinde büyük bir sevinç içerisindeyken, o anda gözü patronun kilitli odasına takılır. Hızlıca kağıdı kapıya koyarak elini içeriye uzatır ve kapıyı açar, hedef tabii ki kasa. Hemen kara deliği kasanın üzerine koyar ve elini uzatır, bir deste para çıkartır, sonra bir deste daha… Yetmez, kolunu iyice sokar içeriye, destelere yenilerini ekler ama bu da yeterli olmaz. En sonunda beline kadar kasanın içine girer. Sonra ne olur dersiniz? Aynen tahmin ettiğiniz gibi bu da yetmez tamamen içeriye girer, artık genç adam kilitli kasanın tamamen içindedir paralarla birlikte, hepsine sahip olmuştur ama kağıt yere düşer…
Bu hikâye size tanıdık geldi mi bir yerlerden? Her gün doyurmaya çalışıp, bir türlü doyuramadığımız hırslarımıza nasıl yenik düştüğümüzün, kimi zaman özgürlüğümüzden hatta kimi zaman da canımızdan olduğumuzun bir örneği değil midir bu video?
Ünlü bir alışveriş merkezinin reklam sloganını gördüm afişlerde. “ Kendinizi kaybederken, aradığınız her şeyi bulacaksınız.” İnsanları alışveriş çılgınlığına itmek için belirlenmiş dâhiyane(!) bir slogan… Alacak, alacak, çılgınlarca alacaksınız, hatta cüzdanınızda para bitecek ve hala alacaksınız, kredi kartlarınızın limitleri dolana kadar alacaksınız, sonrasında borç bulup yine alacaksınız. İşte kendinizi kaybettiğiniz an…
Kendinizi kaybettikten sonra anlamı var mı her şeye kavuşmanın? Kasanın içinde kilitli kaldıktan sonra önemi var mı büyük bir servete sahip olmanın? Aradıklarımızı buldukça ve istediklerimize ulaştıkça kaybettiğimiz benliğimiz oluyor… Kaybettiğimiz kimlik cüzdanlarımız ne kadar önemlilik arz ediyor hayatımızda, ya bulunursa, çalınırsa, kötü işlerde kullanılırsa kaygıları düşüyor içimize ve yasal zorunluluk olarak ilan veriyoruz gazetelere “Kimliğimi kaybettim, hükümsüzdür. ” diye. Kaybettiğimiz her şey hükmünü yitiriyor, geçerliliğini kaybediyor. Geçerliliğini kaybetmek pahasına da olsa nasıl vazgeçebiliyoruz kendimizden?
Öyle büyüyor ki hayatımızdaki kara delik, uçsuz bucaksız haliyle hepimizi içine sürüklüyor. Kaptırıyoruz elimizi, kolumuzu, sonra tüm bedenimizi ve ruhumuzu… Değil büyük mutluluklar, küçük sevinçlerimiz bile uzaklaşıyor bizden. Kara deliklerde kaybediyoruz tebessümlerimizi.
Tasavvufta bir kavram vardır, hırs, açgözlülük, tama; bitmez tükenmez hırs ve arzu anlamına geliyor. “Tûl-i emel”… Hiç ölmeyecekmiş ve sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi bağlıyız maddi varlıklara. Yetinemiyoruz bir türlü… Bunun zıddı olan “Kasr-i emel” ise kanaat ve tok gözlülük anlamına geliyor. Gözlerimiz o kadar aç ki, değil üç öğün, on öğün yedirsek de doyuramıyoruz. Türlü ziyafetler sunuluyor da her gün, yine aç kalkıyor sofralardan gözlerimiz. Büyüklerin “Gözünü toprak doyursun.” demeleri belki de bu yüzden.
Eskiden gaz lambalarının ışığında çalışırdık, diye anlatır annem, babam… Hırsların az olduğu, kanaatin kıymetinin bilindiği yıllar… Çünkü imkânlar az… Yaşamak için yetinmeyi bilmek zorundasın. Şimdilerde ise birbirinden lüks avizelerle her yer ışıl ışıl… Ama aydınlığın tersine öyle kararmaya başladı ki dünyamız. Her yanan ışıkta karanlıklarımıza yenileri ekleniyor… Daha doyumsuz, daha hırslı hale geliyoruz.
İmkânlar arttı, kazançlar daha da arttı. Eve bir maaş giriyorsa da tükeniyor, iki maaş giriyorsa da. Ne kadar çok kazanılıyorsa o kadar çok harcanıyor. Artan kazançlarımızla birlikte sahip olduklarımız da aratacaksa ve mutlu olacaksak, neden bu denli varlığa sahipken mutluluklar azaldı? “Hırs ile mutluluk, birbirlerini hiç görmezler.” der Benjamin Franklin. “İnsanların hırsı ve tamahı, mesut olmamalarının tek sebebidir.” diyerek hırsın mutsuzluk sebebi olduğunu destekler Fenelon.
Kendimizi kara deliklerde kaybetmeden kasr-i emele sahip olabilmek ümidiyle..
Gonca Anıl
kaynak: http://www.cocukaile.net/kara-delik-ve-tul-i-emel/

7 Mart 2013 Perşembe

Kadın çalışmalı mı? (2)




Şimdiiii, bu konu benim için çok ama çok dallı budaklı demiştik. Neresinden tutsam? Nasıl anlatsam.

En sondan başlayalım ;

Şimdi, ben bugün bir kamu kuruluşunda, kişi başına düşen GSYH'nın üzerinde bir gelirle çalışıyorum. Elhamdülillah eşim de çalışıyor. Lojmanda oturuyoruz, memleketimizden ve ailelerimizden çok uzaktayız.

Üniversitede okurken oldukça yüksek bir tempo içindeydim. Önceleri akademisyen olmak arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Sonra işler değişti. Akademik hayatın, daha doğrusu akademik çevrenin, insanların, insan ilişkilerinin bana göre olmadığını, kaldıramayacağımı fark ettim. Bir yandan da evlenmek istiyorduk. Evlenmek içinde para kazanıyor olmak lazımdı. Onun askerliği vardı. Aslında ailemin maddi koşulları kötü değildi ama nerden kafama girmişse o saçma "baba parası yememe" fikriyle beraber biran önce iş hayatına başlamam gerekiyordu. Hem o zamanlar yüksek lisans falan yapsam (ki hocalarım da bu yönde telkin ve tekliflerde bulunmuşlardı) asistan kadrosu almak zordu, çünkü pek fazla kadro verilmiyordu üniversitelere. Böylece bu defter kapanmış oldu. Son sınıfta alakasız bir iş teklifiyle neredeyse emlakçı olacaktım ki Allah korudu:)

Uzun lafın kısası şu ki: ilk gençliğimdeki ideallerimin yerini, bir yuva hayali almıştı. Zira kalbime bir kıvılcım düşmüştü. Önceliklerim değişmişti. Bunun için de para lazımdı.

Memleketime döndüm. Annemim bir teklifi vardı: kuran kursu! Hoppalaaa!

23 yaşındaydım, üniversite mezunuydum. Yabancı dil, bilgisayar vs. yeni mezun birine göre oldukça iyi bir CV. Çocukken gitmiştim ya mahalle camisine, yetmez miydi? "17 yıl dünya için okudun, 1 yıl da ahiret için oku." demişti annem. Haklıydı. Kabul ettim ama kurs bir öğretim yılı boyunca sürecekti. Bu kadar zaman ayırabileceğimi düşünmüyordum. Sonra kursa başladım. Hocayla tanışınca mest oldum. İlk görüşte sevdim onu. Ve kursun ilk günü hocama söz verdim, iş teklifi bile gelse kursu bırakmayacaktım. İyi ki de bırakmamışım.

Kursun son haftalarıydı. Mucizevi bir şekilde (bu, başlı başına bir hikayedir) bir kamu kuruluşunda işe kabul edildim.

Pılıyı pırtıyı toplayıp, ailemi 1000 km arkamda bırakıp, hiç tanımadığım bir şehirde başladım iş hayatına. Ama bir sorun vardı. Burada bana göre hiç bir iş yoktu! Mesleğimle alakalı işler hem çok az hem de amirlerim tarafından önemsiz görülen, yapılmasa da olur sınıfına giren işlerdi.

Yıkılmıştım. Okul hayatım boyunca hep yüksek bir çalışma tempom olmuştu, yapılacaklara hiç bir zaman yetişememiş ama genellikle de başarılı bir öğrenci olmuştum. Dereceye bile girmişliğim vardı. Öğrenmek, araştırmak benim için bir aşktı. Ama bu işyerinde öğrenilecek fazla bir şey olmadığı gibi öğrenmem gerekenler de bana çok uzak ve saçma geliyordu. Haftanın 5 günü 8-5 burada durmamım ne anlamı vardı ki. Bütün gün yapılan işi 1-2 saatte halledebilirdim. Ama burası yarı açık bir ceza evi gibiydi. İşini bitirsen de dışarı çıkamazdın. Ama akşam saat 5 oldu mu da ne kadar çok işin olursa olsun arkana bile bakmadan çekip gitmeliydin. Zaten kamuda çalışmayı hiç istememiştim, şimdi de içine düştüğüm bu çukur beni boğuyordu.

Ama bir umudum vardı, yakında bir yuva kurabilecektik. Çok şükür ki yuvamıza kavuştuk. Yaklaşık 8 yıldır aynı işyerinde çalışıyorum. Oğlumun doğumundan sonra 1 yıl kadar izinliydim. Geçen yıllar boyunca bir türlü bu işe, işyerine tam olarak aidiyet duyamadım. Yıllarca aklımda hep başka bir yerlere, başka bir işe geçme planları...

Önceleri mutsuzluğumun işimden kaynaklandığına emindim ve evlendikten bir kaç yıl sonra bütün gemileri yakmaya karar vermiştim. Bu iş beni kemiriyor, bitiriyordu. Maaş iyi, ssk primleri iyi, izin sıkıntım yok, her hastalandığımda rapor alabiliyorum, gün içinde bankada, postanede, pastanede işim olsa saatlik izinlerle rahatça gidip işimi halledebiliyorum. Daha ne istiyordum. Kendim de dahil olmak üzere ailem, arkadaşlarım, iş arkadaşlarım herkesin gözünde ben bir "nankördüm"! "Ne kadar işsiz insan vardı, utanmıyor muydum?" "İnsanlar benim yerimde olmak için takla atıyorlardı" "Bulmuş da bunuyordum". Ama olmuyordu işte. İS-TE-Mİ-YOR-DUM!

Mesleki becerilerim, yabancı dilim; araştırmacı, analizci, yorumcu yanım olmasa belki mutlu olabilirdim bu işte. Ama olamıyordum işte, ne yapsam olmuyordu. Bazı akşamlar eve ağlayarak geliyordum. Sabahları işe gitmek istemiyordum. Okul hayatım boyunca, her ne kadar sabah erken uyanmam çok zor olsa da asla okula isteksiz gitmedim. Okulu hep çok sevdim. O yüzden şimdi her sabah istemediğim bir yere gitmek bana çok büyük bir zul geliyordu.

Tekrar KPSS ye hazırlanmaya karar verdim. Ankara'da kamu kurum ve kuruluşlarının genel müdürlüklerindeki "uzman" kadrolarından birine yerleşecek, nereye kadar gidebilirsem gidecektim. Müsteşarlığa kadar yolu vardı. Bıkmıştım bu mıy mıy iş hayatından. Geçmeyen günlerden. Beş dakikada yapılacak işi üç güne yaymayı başarabilen insanlarla çalışmaktan. Amaaa olmadı. İyi ki de olmamış:)

Şimdilik mola. ARKASI YARIN...